Ana içeriğe atla

Bayatlamış Bir Anlatının Yeniden Üretimi: Bir Başkadır

 


 “Bir başkadır” ifadesi aklıma iki şey getiriyor:

İlki Fikret Şeneş’in kaleminden çıkan ve Ayten Alpman’ın o güzel sesinden kulaklarımıza kazınan “Bir Başkadır Benim Memleketim” şarkısı. Şarkının hikayesine girmeyeceğim, ancak müziğinin ünlü bir Yahudi halk ezgisi olduğunu söylemeden geçmemek lazım. “Rabbi Elimelekh” adlı bu ezgi, bizde olduğu kadar dünyanın farklı coğrafyalarında da sıklıkla kullanılmıştır. Aslını merak edenler youtube ya da spotify gibi mecralara bakabilir.

İkinci aklıma gelen şey ise 1993 yılında çıkan “Bir Başkadır Ferdi Özbeğen” adlı albüm. Özellikle 1978-1982 yılları arasındaki furyanın önemli yıldızlarından olmuş bir piyanist şantör kendileri. Hiçbir zaman bir “king/queen queer” olmadıysa da kendine özgü kimliği ve yönelimiyle yaşadı. 1999 yılında kendisi 58 yaşındayken, sevgilisi 31 yaşındaki Hilmi Mutlu’yu “evlat edindi”. Bu evlatlık meselesini röportajlarında “anneme çok faydası olmuş bir arkadaşımızdı, kimsesiz kalmasın” diye lanse etmiş olsa da aralarındaki ilişkiyi asla inkâr etmedi. Eşcinsel evliliklerin ülkemizde yasak olduğu düşünülürse, Hilmi Mutlu’yu evlat edinerek Ferdi Bey’in attığı adımın aslında çok radikal bir karar olduğunu söylemek mümkün. “Madem evlenemiyoruz, biz de evlat ediniriz” diyerek medeni hukuk kurallarından sevdiğinin yararlanmasını sağlamak istemiş olmalı. Neyse, Ferdi Özbeğen’i çok çekiştirmeyelim, belki bir başka yazının konusu olur. Hem kimliği, hem de malum dizinin de görüntülerini kullandığı 1983’teki efsanevi Şan Tiyatrosu konserleriyle…

 

Yapılmayanı yapan (!) dizi: Bir Başkadır

2020 yılının Kasım ayında “Türk sinema ve dizi tarihine damga vuran”, “yapılmayanı yapan”, “öteki’ni anlayan”, “topluma ayna tutan”, “memleketin her kesimini büyüteçle inceleyen ve aktaran” nur topu gibi bir dizimiz oldu. Dizi basında, sosyal medyada ve Netflix’in ideolojik hegemonyasının olduğu her alanda parlatıldı, yönetmen Berkun Oya’ya övgüler yağdı. Her konu hakkında mutlaka bir fikri olan, bu fikrini beyan etmekten asla çekinmeyen insanlarımız da hep bir ağızdan Öykü Karayel ve Fatih Artman’ın muhteşem sanatçılığından başladı, çekim açıları ve ışığın muazzamlığından devam etti… Geçmiş yıllarda daha çok tarih, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, sosyoloji gibi alanlarda uzmanlığını kanıtlamış(!) olan kitleler, bu sefer “7. Sanat”a el attı.

Benim sinema konusunda herhangi bir uzmanlığım yok, bir hobi olmaktan öteye gitmez sinema bilgim. Dolayısıyla oyunculuk, ışık, çekimler gibi konularda büyük laflar etmeyeceğim, benim derdim “Bir Başkadır”ın ideolojisi ile olacak.

 

İdeolojiler Sonu

1992 yılında Francis Fukuyama ortalığı kasıp kavuran bir kitapla ortaya çıktı: “The End of History and the Last Man”. “Tarihin sonu geldi” diyordu Fukuyama, Soğuk Savaş bitmişti; artık ideolojiler yoktu. Kapitalizm tek egemendi, tartışmak bile anlamsızdı. İdeolojiler çağı kapandığına göre, açılan yeni çağın adı neydi? Elbette “kimlikler çağı”. Kişiler ideolojiler ile değil kimlikler ile vardılar artık arenada. Kimliğin her şeyindi ve üzerine basarak söylüyorlardı: kimlik ideolojiden bağımsız bir şeydi.

Fukuyama’nın bu orijinal(!) buluşunu, Marks çok önceleri şöyle ifade etmişti: “Burjuva ekonomi politiği, kapitalist düzeni tarihsel gelişimin geçici bir aşaması olarak değil; tam tersine toplumsal üretimin mutlak ve son aşaması olarak görmektedir. Bundan ötürü o, yalnızca kutuplaşmanın gizli kaldığı süreçlerde bilimselliğini koruyacaktır."

“Helsinki 3. Sepet”ten çıkan insan hakları yumurtalarının da kırılması ile Sovyetler Birliği yıkılmıştı, Doğu Bloku paramparçaydı. Tam da Marks’ın ifade ettiği “kutuplaşmanın gizli kaldığı” bir süreçten geçiliyordu. E durur muydu hiç Fukuyama, yapıştırdı tam doksana(!): Tarihin sonu geldi!

Fukuyama Bey birkaç yıl sonra özür dilediyse de, tarihin aslında sonunun gelmediğini, yanıldığını söylese de; bu algı dönüşerek devam etti ve bugünlere geldi. Artık kitleler, sınıflar, sınıf mücadeleleri, demokratik kitle örgütleri yoktu. Bireyler, kimlikler ve “sivil toplumculuk” modaydı. Post-modernizmle el ele giden kimlik siyaseti, 2000’li yıllarda hızla daha da popüler olmaya başladı. Artık kimlik her şeydi.

 

Hangi Hegemonya

Berkun Oya’nın Bir Başkadır’ı da elbette böyle bir kimlik hegemonyasının içine doğdu.

Dizi karakterleri olan Meryem, Yasin ve Ruhiye sınıf kimliklerinden bağımsız, “tatlış mı tatlış” bir şeyhin kulu olmuş, Türkiye “muhafazakâr halkı”nın birer temsilcisiydi. Gündelikçi Meryem, türbanı, kıyafetleri, şeyhi, Peri’ye “tam doktor da olamıyorsunuz” diyecek “cahil cesareti” ile bir muhafazakâr karikatürüydü. (Bu “muhafazakâr ailede” kimsede aksan yoktu ama ailenin “primus inter pares”i Meryem’in aksanlı konuşturulması farzdı, çünkü türbanlıydı. Ailenin üç bireyi de kendisini kimlikleri üzerinden tanımlıyordu, şeyhi olan, muhafazakâr, “normal” insanlardı. Sınıf bilinçleri tabii ki olamazdı, çünkü tarihin sonu çoktan gelmişti.)

Dizinin en “uydurma” karakteri “Beyaz Türkler”in temsilcisi Peri’dir. Belki milyonda birdir ama her şeyin suçlusu odur. Peri, “Türkiye gerçeklerinden kopuk”tur, elitizmin zirvesinde, laikçi (laik değil laikçi), türbanı hor gören; namazı küçümseyen ama yoga yapan, “oturup Türk dizisi izleyecek hali olmayan” bir karakterdir ve Meryem’in anti-tezidir. Muhtemelen sıklıkla Halk TV izleyip, gözümüze sokulduğu üzere sürekli Yılmaz Özdil okuyan ebeveynlerce büyütülmüştür. Anne babası akşamları sohbet etmek yerine tabletlerine gömülen “Kötü Kalpli Emekli Beyaz Türkler”dir. Peri, yurtdışında okumuş, olağanüstü bir çevreye sahip ama her nedense hala devlet hastanesinde psikiyatristlik yapan bir karakterdir. Meryem’i bilinç altında annesinin gündelikçisi olarak kodlamıştır; Meryem’in şahsında tüm “türbanlılar/muhafazakârlar” aynı potadadır. Ve Türkiye’nin başına gelen tüm musibetlerin sorumlusu bu “Perigibiler”dir.  

Yönetmenimiz 20 yıldır açık açık iktidarda olan Siyasal İslam’ın dönüştürmelerini, dayatmalarını, kısıtlamalarını, yani başka bir deyişle hegemonyasını yok sayılmış; sanki Perigibiler varmış ve iktidardaymış gibi bir resim çizerek muhafazakarlığı yeniden ve yeniden kuran yapıya selam çakılmıştır. Daha açık ifadeyle, Berkun Oya için memleketin bugün içinde bulunduğu çıkmazın sorumlusu Peri karakteri ile karikatürize edilen “Kemalist Elitler”dir. Yalnız Berkun Bey’e kötü bir haber vermek istiyorum: Her yazını yurtdışında geçiren, süper-zengin Perigbiler bir hayalden ibaret. Belki bu hikâye 30 sene önce “biraz daha” anlamlı olabilirdi, artık öyle değil. Çünkü laikçi sermayedarların at koşturduğu, dindarların ezildiği bir coğrafya değil burası, sermaye çok uzun zaman önce el değiştirdi. Artık beyaz atlı prensler, çok katlı evler, kocaman cipler ve timsah derisi çantalar “türbanlı bacılar”ınızın elinde. Döne döne yarattığınız Perigibilerin hayaletine vurmak yerine, “Gulan gibi” cipe binen İslamcı elitlere ve kurdukları düzene keşke biraz daha dikkatli baksaydınız.

 

Kürtlere iki alternatifli yaşam formu: Siyasal İslam ya da Terörizm

Dizide elbette Kürt karakterler de vardı. “Bir Başkadır Bir Türkiye Mozaiği” ya, hiç Kürtsüz olur mu. Ne kadar çok kimlik, o kadar lezzetli bir salata…

“Beyaz Kürt Gülbin” üniversite okumuştur, doktordur. Anladığımız kadarıyla üniversite döneminde terör örgütünün şehirde faaliyet gösteren gençlik yapıları ile bir ilişkisi olmuştur, ablası Gulan’ın ifadesiyle Gülbin’in “dağda arkadaşları” vardır. Annesi kardeşine hamileyken, seksenli yılların ortalarında asker tarafından tekmelenmiş ve kardeşi bu yüzden engelli doğmuştur. Türbanlı ve Siyasal İslam’ın zengin ettiği belli olan ablası düzgün şekilde Kürtçe bilmekte ve kullanmaktadır. Gülbin de elbette ana dilini anlamakta ama yeterince konuşamamaktadır, yönetmen kendisine zorla bir “edi bese” dedirtse de, bu sahne de komik olmaktan öteye geçmemiştir (yoksa Gülbin’in Kürtçe’yi kötü konuşuyor olmasının sorumlusu da mı “Kemalist Elitler”dir?). Bu resimdeki Kürtler, yani muhafazakâr zengin abla ve terör örgütü sempatizanı Beyaz Kürt Gülbin de bize Kürt halkına dayatılan bir ikiliği yinelemiştir. Tarihin sonunun geldiği yerde, Kürtler’in ancak iki alternatifi olabilir: Siyasal İslam’la el ele vererek “ümmet” olmak ya da terör örgütleri ile birlikte “demokratçılık” oynamak… Yıllardır çizilen çerçeve yine değişmemiştir.  

Gülbin’le Gulan’ın tartıştığı bir sahnede, engelli kardeşlerine babasının söylediği şarkı seçimleri de son derece manidardır. Dersim İsyanı üzerine yazılmış bir Kürtçe şarkının durduk yerde karşımıza çıkartılması neye hizmettir? Berkun Bey “Popüler Beyaz Kürtler”e de mi göz kırpmaktadır?

Bu arada yönetmenimiz bir sevişme sabahının sonrasında yataktan kalkan Gülbin’in memesini ufaktan da olsa seyirciye göstermekten çekinmemiştir, fakat aynı evde farklı bir banyoda üstünü değiştiren gündelikçi Meryem’in soyunması ve giyinmesi “muhafazakâr kurallara” uygun olarak ekranlara gelebilmiştir. Başı açık, demokratçı, Beyaz Kürt Gülbin’in memeleri seyirciye “helal”ken, muhafazakâr Meryem’in saçı bile haramdır. 20 yıllık kaymaklı hegemonyaya bir de böyle selam çakılmış “Bakın ‘sizin kızın’ bir yerini göstermiyorum, üstelik ‘ahlaksız adam Sinan’a sizin kızın kıyafetleri ile ağlaya ağlaya otuz bir çektirerek daha da büyük işlere kalkışıyorum” mesajı verilmiştir.

 

Son dokunuş: Tatlış İmamın Eşcinsel Kızı

Yazının başında Meryemlerin şeyhinden bahsetmiştik: Ali Sadi Hoca. Hangi tarikatın ehli olduğu belirsiz, çünkü Ali Sadi Hoca’nın ehli olabileceği kadar “large” bir tarikat yok. Kadına da, erkeğe de, çiçeğe de, böceğe de son derece naif davranan, aslında içinde bir devrimci barındıran “tatlış” bir şeyhimiz vardır. Eski bir karavana sahiptir, seyahat etmeyi sever, çocuğu olmadığı için bir üvey evlat edinecek kadar da “yüce gönüllü”dür. (Ütopyalar güzeldir!)

Üvey kızı Hayrünnisa büyük ihtimalle baskı ile başını kapatmış, LGBTİ+ bir bireydir. Yabancı müzik sevmekte, müsait zamanlarında bolca dans etmektedir. Bu güzel kızımız da dizinin sonunda Konya’ya yeniden üniversitesine devam etmek için gitmekte ve evden çıkarken başını açmaktadır. Onlarca kişinin eteğinden düşmediği şeyhimiz, tabii ki çok tatlış olduğu için kızının bu kararına saygı duymaktadır. Ağzını açıp tek bir kötü söz etmemiş, İstanbul-Konya yolculuğu için kızını otogara sevgiyle götürmüş, kararına saygı duymuştur. Yönetmenimiz ideolojik bombardımanına son dokunuşunu yapmıştır: “Bakın ‘sizin çevreniz’ ne kadar kötü, kaba ve anlayışsızken; bizim şeyhlerimiz ne kadar da makuldür.”

 

Kapanış:             

Ülkemiz nasıl bir yarına gebe kestirmek çok kolay değil, ancak Berkun Bey’in muhafazakâr kahramanlarının iktidarının sonuna yaklaşıldığını söyleyebiliriz. Peki bu gidişatı yönetmenimiz görmüyor mu? Elbette görüyor.

Berkun Bey bu yapım ile sadece muhafazakarlığa değil, neo-liberal yapının tüm kimlik siyasetçilerine selam gönderiyor. Selamını alanların yolu açık olsun!

 

Not: Başlangıçta söylediğim gibi oyunculuk, detaylar ve sinema teknikleri ile ilgili bir sözüm olmayacak. Sadece Berkun Oya ve ekibinin harika bir iş yaptığını, çığır açtığını söyleyenlere Türk Sinemasının son 20-30 yılına bir göz atmalarını önereceğim. Ne yönetmenler, ne senaryolar, ne çekimler var… Berkun Bey o filmlerin yanında ancak nal toplayabilir. Her şeye rağmen Settar Tanrıöğen ve Öner Erkan’a sonsuz saygılar…

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sevme Biçimleri

Bir aşık-maşuk eşitsizliği değil, öncelik-sonralık eşitsizliğidir sevmek.  "Önce seven" (önce söyleyen değil), "sevdiğini/sonra seveni" varlığı ya da karakteriyle değil sevgisiyle ya da sevme biçimiyle etkilemiştir genelde. Çok söylemese de insanlar, sevgi/sevda bir öncelik-sonralık meselesidir aslında. Her sevgide önce seven daha özgün ve daha uzun sever. Sevgiler her zaman özgün olmayabilir ancak özgün sevgiler en hatırlanan olanlardır. Sevginin bir süresi varsa eğer, "önce seven"in sevgisi daha uzun sürecektir. Çünkü önce seven yalın sevmiştir, karşısındakinden sevgi görmeden, karşılıksız olmasını da göze alarak ve buna baştan razı olarak sevmiştir. Bu yüzden - çoğu zaman- önce sevenin sevgisidir karşılık bulan, kendisi değil. Sonra seven, önce sevenin sevme biçimine "vurulmuştur" - vurulma eylemleri anlıktır, uzun sürmezler- . Bu, aslında gerçekte olan sevme durumunun içerdiği sevme biçimidir. Kant'ta fikir bulan "gerçek olanın içerd